1 Şubat 2010 Pazartesi

22- 01- 2010- Opel Omega 2.5 V6


Kullanılan otomobil:
1997 Opel Omega 2.5 V6

Bu tamamen tesadüf eseri kullandığım bir otomobil oldu: Güzel ve yüklü (!) bir akşam yemeğinin sonrasında alkol almayan tek kişi olmamın sonucunda ödül olarak bir Opel Omega kullanma fırsatı doğmuştu. Ne fırsat ama!

Uzun bir yürüyüşün ardından, Fenerbahçe’de, karanlıklar içinde beni bekleyen ulaşım aracıma varmıştım. ‘Sokakta duran tek Omega o, kolayca bulursun’ demişti Yiğit arkadaşım. Gerçekten de öyleydi. Omega koskoca sokaktaki türünün tek örneğiydi.

Siyah renkli gövdesi, buğulu camları ve 2.5 V6 yazılı ibaresiyle sessizce, gecenin huzurunu kaçırmayı bekliyordu. Sonradan takılmış alarm sisteminin düğmesine basmamla kapılarını açıp, sinyal lambalarıyla bana göz kırpması bir olmuştu.

Yavaşça yaklaştım ona, gövde renkli kapı tutacağını kendime çektim. Krem rengi deri koltukları ve otomatik şanzımanı beni karşıladı. Eski otomobillerin o kendilerine has ‘hardal’ kokulu (bu koku neden oluşur hiç anlamam ama hemen hemen bütün deri koltuklu eski otomobillerde vardır) koltuğuna yavaşça yerleştim.

Oldukça geniş ve rahat bir koltuk bu, yıllar derisini eskitmiş olsa da çok deforme olmamış. Dirsek dayaması ve yumuşak derisiyle çok rahat bir ortam sunuyor.

Ön konsol oldukça geniş, zamanında sürücüsünü etkilemeyi başaran dijital ekran aslında hayli lüzumsuz bir donanım, zira sadece radyo frekansını gösteriyor, aa bir de dış sıcaklığı. Klasik, içiçe geçen Opel kadranları bana bakıyor, 260 km/s gösteren hız göstergesi motorun gücünü (ya da bir zamanlarki gücünü) gözler önüne seriyor.

Farları açıyorum ama ön konsoldaki bir takım ışıklar, ya da ampuller yıllara yenik düşmüş. Otomobilin içine geniş bir karanlık hakim. Havalandırmayı açmam şart çünkü yoğun yağan yağmurdan dolayı tüm camlar buğulanmış. Klimanın dijital olduğunu söylemedim değil mi?

‘Buğuların açılması için biraz beklemen gerek’ demişti arkadaşım. ‘Havalandırma sistemi biraz yavaş çalışıyor.’ Tamam bu sorun değil, acelem yok. Yok ama Omega’nın da pek acelesi yok. Yaklaşık 10 dakika görüşümün açılmasını bekledikten sonra, küçücük, buğusuz bir delikten bakarak yola koyulmaya karar veriyorum.

Şanzımanı ‘D’ye aldım ve V6 Omega’m şöyle bir sarsılarak vitesin geçtiğini ima etti bana. İşte zamanın bir başka etkisi, Alman mühendislerin üzerinde itinayla çalıştığı şanzıman sanki bir kamyonet kullanıyormuşçasına sert geçişleriyle dikkat çekiyor. Üstelik hareket halindeyken de bu sarsıntılar devam ediyor.

Arkadan çekişli bir otomobil kullanma keyfini hissetmeye çalışıyorum ama bunun için otomobili zorlamam gerek yok. Çünkü adeta bir çizim masası gibi pürüzsüz lastiklerim, en küçük gaz dokunuşlarında bile asfaltın yüzeyinde ne var ne yoksa temizleyip kenara atıveriyor. Haliyle otomobilin de arkası kayma eğiliminde.

Dolayısıyla ister istemez kontra hareketlerine baş vurmak zorunda kalıyorsunuz. Bu tabii bu kadar ruhsuz bir direksiyon varken zor bir şey: Sanki direksiyon mili başka bir noktaya bağlanmış gibi, ön lastikler verdiğim iletilere tepki verme konusunda henüz uykularından uyanmamış gibi davranıyorlar. Geniş ve 4 kollu direksiyon, deri olmasına deri ama kayganlık konusunda rakip tanımıyor. Dolayısıyla daha hafif gaz vermeyi deniyorum. 2.5 lt’lik V6 motor devirlenme konusunda sıkıntı çıkarmıyor ve büyük gövdeyi kolayca harekete geçiriyor. Bu sefer de çekiş kontrol sistemi (evet vardı) devreye giriyor.

Çıkan ses, bir V6’dan çok karbüratörlü 4 silindirli bir motor gibi. Ayağım gazda yaklaşık 10 saniye gittikten sonra gösterge tablosundaki turuncu motor ışığı bana sanki ‘Ne yaptığınız sanıyorsun ki? Bu motor kaç kere rektifiye oldu biliyor musun?’ dercesine gözümün içine doğru yanmaya başlıyor. Bu, 90’lı yıllarda birçok kez bir arkadaşımın Opel Tigra’sını kullanırken yaşadığı tecrübeleri hatırlattı bana. Nedense o otomobiller yüksek hızda bile giderken motor ışığını yakıp, durup dururken stop ederlerdi. Dolayısıyla motor ışığı ve 90’lı yıllardan kalma bir Opel’in bendeki izleri pek de keyifli değil.

Peki tamam, gaza da basmayayım bari. Omega’mız da pek huysuzmuş canım. Aslında keyifsiz değil, arkama yaslanıp sakin kullandığımda işini gayet iyi yapıyor (şanzıman dışında). Konforlu, rahat, iyi bir görüşü var, eskiden kaliteliymiş ve hardal kokuyor.

Etkileyici olduğu söylenemez ama zamanı için başarılı bir çalışma olduğunu belirtmek gerek. 2.5 lt’lik motorunun 170 bg’lik gücü günümüz için hiç etkili olmasa da üretildiği yıllar için yeterliydi. Rakipleri BMW 525i ile Mercedes E280 de yaklaşık motor güçlerine sahipti.

Onlar kadar ses getirecek olmasa da Opel, en azından bu sınıfta bir otomobile sahipti. Üstelik sahiplerini, motorunu tam 4 kez rektifiye ettirip, bana söylenene göre 300- 400 bin kilometre kadar kullandıracak kadar etkilemeyi başarmıştı.

Eski bir otomobil kullanmayı özlemişim. Özellikle de yeni jenerasyon şanzıman ve motor teknolojilerini gördükten sonra zamanın ne kadar yıkıcı bir etkisi olduğunu anlamak için gerçekten iyi bir deneyim oldu.

Hardal kokulu koltuklarıyla Omega, ilk deneyimimde bende bu gibi izlenimler bıraktı. Bir sonraki gün Yiğit arkadaşımın muhteşem kullanımından dolayı egzozu patladı ve V6’nin sesi kalitesiz, delik egzoz sesine bıraktı. Bir an önce sanayiye gitmesi şart.

En azından ben fiziksel bir imza bırakmadan Omega’yı sokaktaki yerine park etmiştim. Motor ışığı mı? Bir kaç dakika sonra sönmüştü...

2 yorum: