1 Şubat 2010 Pazartesi

Apeks Noktası- 'evo' dergisi Kasım 2009

Audi TT, bir ‘Muscle Car’ kadar hızlı

Aaah, dünya değişiyor. Buna ayak uyduran otomobiller de öyle. Teknolojinin getirilerine gerek ekonomi, gerek güvenlik, gerekse performans olarak sıkça rastlıyoruz. Peki böyle bir şey istiyor muyuz? Bunu şimdilik irdelemeyeceğim, daha sonraki aylarda sizlerle paylaşmayı düşünüyorum.

En son Frankurt Otomobil Fuar’ında gündemi meşgul eden elektrikli otomobillerin sayısının fazlalığı bunu en belirgin şekilde gösteren gerçeklerden biriydi. 100 km’de 3.5 lt yakıt tüketen ve uzay gemisi gibi görünen BMW’lerden tutun da, eski hot rod’ları andıran tavanıyla bir konsept olarak tanıtılan Mini Coupe’lere kadar her şey fazlasıyla teknolojik ve fütüristti. Hibridler, elektrikli otomobiller, dizeller, CO2 emisyonları, tüketim değerleri...

Bu kadar yüklemenin ardından aklım hemen eski Muscle Car’lara ve Amerikan otomobillerinin saflığına kaydı. Bunun nedenini çok büyük bir fanatiği olmama bağlayabilirsiniz. Ancak otomotiv dünyasının aldığı yol her geçen gün bir tanesine sahip olma şansımın azalmasına neden oluyor. Neden mi? Küçük bir örnek vereyim: 1961 model bir Chevrolet Impala SS 409’un 100 km’deki ortalama yakıt tüketim değeri, eğer çok dikkat ederseniz 25 lt/100 km’lere kadar inebiliyormuş. Dikkat ediyorsanız inebiliyor dedim. Peki dikkat etmedik, otomobilin biraz keyfini alalım dedik ve sağ ayağımızın isteğine karşı koyamadık. Böyle bir durumda sonuç ne oluyor? Sonucu okumadan önce bir söyleyeceğim rakamı bir kez daha düşünün derim: 40- 45 lt/100 km.
Evet gerçekten inanılması güç bir değer ancak bunun bir karşılığı vardı. Göz açıp kapayıncaya kadar sona eren 400 metre geçişleri ve petrol fiyatlarının sudan ucuz olması. 1960’lı yılların sonlarına gelindiğinde Amerikan otomotiv endüstrisinde adeta bir delilik yaşanmaya başlamıştı. Mustang ve Pontiac GTO’nun yarattığı ‘pony car’ akımı, ‘muscle car’a dönüştü ve üreticilerin aklındaki tek şey hangi modele ne kadar büyük motor koyabileceğini düşünmek oldu. V8’den başka bir birşey düşünülmüyor, Cobrajet’ler, Hemi’ler, Turbojet’ler havada uçuşuyor, Ram air, 4 barel karbüratör, 4 ileri şanzıman, Hurst, Rochester, Carter gibi isimler ve terimler bu otomobillerin opsiyon listesinde bulunuyordu.

Böyle bir ortamda 400 metre geçiş süreleri, bir ışıktan diğerine yarışmayı adet haline getiren muscle car alıcıları için birçok şeyden daha önemliydi. Hızlı bir otomobil prestij, karizma, imaj ve güç simgesiydi. Hatta bazı modellerin adı ‘King of Street’ olarak bile adlandırılıyordu.

Chevrolet, Camaro ve Corvette, Ford, Shelby ve Mustang, Pontiac, GTO, Dodge, Challanger ve Charger ile bu savaşın içine girerken Buick GS ile, Plymouth ise ’Cuda ve Superbird ile kendini bu cephede savaşırken buldu.

Genellikle ‘Hemi’ motorlu Chrysler ürünleri 13.1- 13.5 sn civarında 400 metreyi geçerken, 1970 Chevrolet Chevelle SS 454 (7.5 lt) 13.81 sn, dönemin en hızlı otomobillerinden biri olan ve Carroll Shelby tarafından modifiye edilen 1967 Shelby GT500 ise, 7 litrelik 355 bg’lik motoruyla 13.6 sn’de 400 metreyi tamamlıyordu. Eğer üzerinde üreticilerin model gamlarının en üstünde yer alan modellerden birini kullanıyorsanız, bu tip yarışlarda geçilmeniz biraz zordu.

Tüm hayatım boyunca bu otomobillerin ne kadar etkileyici olduklarını, bu değerlere nasıl ulaştıklarını ve günümüzde bile ne kadar hızlı olduklarını düşünüp durdum. Ancak geçen ay bir otomobilin test değerlerini okurken gözlerim yerinden uğradı: Audi TTRS. Bu otomobil sadece bir TT’ydi. Bir R8 ya da 911 değil, bir 430 ya da Gallardo gibi ultra hızlı ve süper spor sınıfında değildi. Sadece bir TT’ydi. Ama 0-400 metre geçiş süresi karşısında yazılı olan değer, yukarıda saydığım tüm bu ihtişamlı, büyülü ve korkutucu otomobilleri geride bıraktığı anlamına geliyordu. 13.0saniyelik 400 metre geçişini okuyunca bir anda birçok şey anlamsızlaştı. Bu muydu? Carroll Shelby’nin mhteşem GT500’ü bir TT’ye geçilecek miydi? Peki, Nascar pistlerinden sokaklara düşmüş olan Dodge Charger Daytona ve Plymouth Superbird’e ne demeli? Onlar da mı, o mantıksızca yüksek arka kanatları, aerodinamik ön tarafları, devasa 7 litrelik ‘Hemi’ motorlarıyla bu ‘bücürün’ gerisinde kalıyordu? Listeyi düşündükçe Audi mühendislerine olan saygım artmaya başladı, çünkü o listede şöyle isimler yer alıyordu: ’67 Corvette 427, ’70 Chevelle SS 454, ’70 Dodge Challenger Hemi, 70’Buick GS Stage 1 455, ’67 Shelby GT500, ’68 Dodge Charger R/T... Hepsi de küçük bir farkla da olsa, Ingolstadt’ın son RS armalı ürünü karşısında boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Böyle olmamalıydı, bu otomobillerin hepsi birer efsaneydiler, o yüzden geçildiği otomobilleri de efsane olmalıydı.

Şunu gözünüzün önüne getirin: Oldukça az bulunan bir otomobil olan Dodge Challanger Hemi kullanıyorsunuz. Önünüzde ışıklarda kırmızı yanıyor ve orada, en ön sırada duran TT’nin yanına yaklaşıyorsunuz. V8’iniz bir av bulduğunuz hissediyor ve hırlamaya başlıyor. Yan taraftansa ‘çuf’lamalar ve sıralı 5 silindirin ilginç sesi duyuluyor.

Şanzımanı D’den 1 konumuna getiriyorsunuz, böylece en iyi kalkışı yapabilirsiniz. TT sürücüsüyse Sport konumunda ve gayet rahat. Yeşil yandığında Challenger öyle bir şiddetle kalkıyor ki ön lastikler asfaltla temasını kaybetmek üzere, çıkan gürültü öyle yüksek ki sanki gök başınıza yıkılıyor. Ama yanınızda ya da arkanızda bu gürültüyü duyacak biri yok, çünkü TTRS sürücüsü CD çalarında en sevdiği müziği dinleyerek, ‘bu antika araba da benden ne istiyor ki?’ diye düşünerek parmaklarının ucuyla bir vitesten diğerine geçmekle ‘yoruyor’ kendisini.

Bir sonraki ışıklardaysa soru soran bakışlarla bakıyor size. Sizse hayatınızın en acı yenilgisini almış durumdasınız. Aslında bunu TTRS’e karşı değil, teknolojiye karşı aldınız. Sonuçta 2.5 litrelik, üzerinde birkaç ‘TTRS’ ibaresi bulunan, S-Tronic şanzımanlı küçük bir otomobil, efsanevi ‘Hemi’yi yenmeyi başardı. Hem de hiç zorlanmadan, lastik sesi yok, gürleme yok, çığlıklar yok ama karizma, tarih ve imaj da yok...

Bu arada unutmadan şunu da belirteyim: TTRS’in ortalama yakıt tüketim değeri 9.2 lt/100 km olarak belirtiliyor. Yani Challenger sürücüsü birazdan benzinciye uğramak zorunda kalırken, bir kez daha TT’ye arkadan bakacak.

Teknolojinin bize getirdiklerinden bahsetmek istiyorum sizlere. Verimlilik, ekonomi, performans, aktarım, güç iletimi gibi konularda bizlere neler kazandırdığından. Teknoloji bizlere bir TT kıyafetinde Muscle Car performansı sunuyor. Bir zamanların ulaşılması zor performans değerlerini parmaklarınızın ucuyla basacağınız bir düğme kadar kolay getiriyor, ‘King Of Street’leri baside indirgeyip değersiz kılıyor. Bu kadar kolay olmamalıydı, Muscle Car’lar bir TT’ye yenilmemeliydi, 4 silindirli bir otomobile boyun eğmemeliydi. Buna gerçekten çok ama çok içerledim.
Ancak burada aklımı karıştıran bir şey var: Bu durumda, bundan 40 yıl önce böyle performans değerlerini yakalayan Amerika’lı üreticileri mi yoksa, TT gibi çok da dikkat çekmeyen bir otomobilde efsanevi Muscle Car’ların performansını sunan Audi’yi mi tebrik etmek gerek?

Ne kadar geride kalsalar da bloktan egzantrikli, karbüratörlü, arkadan itişli, elektronik olarak sadece cebinizdeki telefonunuzu barındıran, çift egzoz çıkışlı, ‘yerden 4 vitesli’, V8 motorlu bu canavarlara olan saygım azalmadı. Tersine, bana teknolojinin bazen ne kadar acımasız olduğunu hatırlattıkları için bir kat daha arttı. Çok yaşa Dodge Challenger!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder