15 Nisan 2010 Perşembe

Apeks Noktası- 'evo' dergisi Mart 2010

Bu ayki yazıma başlamadan önce, yazımın ana fikrini oluşturan kavramı açıklamaya çalışacağım sizlere: Ambivalans.

Nedir bu ambivalans? Kelimenin sözlük anlamı şöyle: Çeşitli kişi ya da nesnelere yönelik olarak karşıt duygu ve davranışların birlikte mevcudiyeti. Kısacası zıt duyguları aynı anda hissetmek olarak özetleyebiliriz.

Şimdi nereden çıktı bu düşünce demeyin. Tanımı dikkatli okursanız çeşitli nesnelerden bahsediyor. Bu nesnelerin içinde herhangi bir şey olabilir: Bilgisayarınız, saatiniz, herhangi bir gömleğiniz ya da yeni aldığınız televizyonunuz... Peki otomobiliniz? Neden olmasın?

Çok sevdiğiniz ama aynı zamanda nefret ettiğiniz bir otomobiliniz olamaz mı? Ya da sürüşünden çok keyif aldığınız ama tasarımını hiç beğenmediğiniz (mesela BMW 3 Serisi)? Ya da şöyle düşünün: Yeni çıkan bir otomobilin teknolojisine hayransınız ama varlığı sizi rahatsız ediyor. Çünkü o güne kadar otomobil sevgisine size yaşatan duygulara ve düşüncelere, güçlü ve yenilikçi teknolojisiyle karşı çıkıyor.

Tabularınızı yıkmaya çalışıyor adeta, sizi kendinizle çeliştiriyor, etkisi altına almaya çalışıyor. Daha önce böyle birşeye tamamen karşıydınız ama şimdi ne kadar doğru olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz. Büyük bir ikilem içinde kalıyorsunuz. Böyle bir şey mümkün mü? Galiba...

Evet, sanırım geçtiğimiz aylarda aynı gün karşıma çıkan iki otomobil karşısında aynen bu duyguları hissettiğimi anladım. Aslında hayır ikisi, değil sadece biri hakkında: Toyota Prius. Diğeri hakkındaki düşüncelerim fazlasıyla netti. O otomobil, Prius’u görmemden birkaç saat önce trafikte, bir anda dikiz aynamda beliren 1969 model bir Plymouth Road Runner’dı. Şaşkın bakışlarım altında benzin istasyonuna yönelen Road Runner’ı izlerken, arkasından benzinciye yönelmek geldi içimden.

‘Hemi’ yazılı motor kaputu, bugüne kadar gördüğüm en kalın arka lastikler, evimizdeki düdüklü tencerenin iki misli büyüklüğündeki diferansiyeliyle Road Runner, bütün karizmasıyla yüzümdeki kasların gülmekten ağrımasına yol açmaya başlamıştı.

Sahibiyle kısa sohbetimizin ardından Road Runner’ın 528 kübik inçlik (8.5 lt) V8 motora sahip olduğunu öğrendim. Az sonra Plymouth benzinciden çıkarken, orada bulunan herkes adeta zaman makinesinden çıkmış gibi görünen bu canavara bakıp gülümsüyor, etrafımızdaki herşey sanki yanımızdan bir tank geçiyormuşçasına sallanıyordu. Road Runner, hayranlarına hava atmak istercesine aldığı benzin miktarının hatırı sayılır bir kısmını yakarak trafiğin içine karışmıştı. Bense bu otomobilin etkisinden nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. Aklımda bu düşünceler varken, Toyota Prius’un fotoğraflarının çekileceği alana doğru yol koyulmuştum.

Prius bir hibrid olduğu için benim tarafından pek sevilen, saygı duyulan ve önemsenen bir otomobil değildi, hatta varlığı rahatsız ediyordu beni. Ne de olsa Prius ve türevleri Road Runner gibilerinin sonu anlamına geliyordu. Çevreci özellikleri ve kimi ülkelerde sosyal içerikli bir mesaj olarak kullanılması, otomobil kimliğinden çok politik bir anlam kazandırıyordu kendisine.

Ancak bu düşüncelerim kendisiyle kısa bir sürüş yaptıktan sonra yerini hayranlığa bırakmaya başladı. Olağanüstü sessiz, her detayı en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, teknolojinin tüm nimetlerinden yararlanan ve gerektiğinde sadece elektrik motoruyla yol alabilen, dört tekerlekli bir robot gibiydi. Road Runner’ın sadece benzin istasyonundan çıkarken harcadığı yakıt miktarıyla 60- 70 km yol (şuna 100 km diyelim) yapabilmek, çevreyi daha az kirletmek ve bu hedef doğrultusunda teknolojilerinin limitlerini zorlamak... Prius’un yapılış amacı buydu.

Hayır, Prius’u sevmedim diyemiyorum ama onu sevdim demek de Road Runner’a haksızlık olacak. Ona karşı ambivalant duygular besliyorum, evet kesinlikle böyle. Hem hayranım kendisine, hem de zihnimin büyük bir bölümü reddediyor varlığını. “Olamaz, hibrid otomobillere karşıyım ben hiç sevmiyorum kendilerini, fazla sorumluluk sahibi olmaları bir yana, ses çıkartmayan bir otomobil kim kullanmak ister ki? ” öte yandan “ ne kadar güzelmiş sürüşü, modern, teknolojik, çevreye saygılı, üstelik 10 tanesini yanyana koysan yine bir Road Runner kadar ses çıkartmaz” düşünceleri beynimin içinde yankılanıyordu. Prius duvara çarpmış gibi hissetmeme neden olmuştu.

Eğer Plymouth, 1969 yılında ortaya çıkarttığı bu obje için otomobil tanımını yapıyorsa, Toyota’nın Prius için başka bir izah bulması gerek.

İşte, Toyota ve benzer üreticiler bazen öyle projeler ortaya çıkartıyor ki, geriye sadece hayranlık duymak kalıyor, size seçim şansı vermiyorlar. Bu durumda şaşkınlığınız karşısında ağzınız açık kalıyor, kendinizle, benliğinizle, varolma nedenlerinizle yüzleşmek zorunda kalıyorsunuz. Bir tarafta nefret, bir tarafta hayranlık, bir tarafta red, diğer tarafta sonuna kadar kabul etmek... Bir bakıyorsunuz ambivalant eğilimler içindesiniz... Bir bakıyorsunuz aynı gülüş yüzünüze Prius’da da yapışmış...

Prius karşıma Road Runner’dan sonra çıkmamalıydı, başka bir zamanda başka bir yerde karşılaşmalıydık, tabularım üzerinde bu kadar oynamaya hakkı yoktu...
Teşekkürler Plymouth, eee... ...şekkürler Toyota...

1 yorum: