7 Aralık 2010 Salı

Apeks Noktası- 'evo' dergisi Kasım 2010


Yaşlıları anlamak zordur, onlarla iletişim kurmak, yaşadıklarını anlamak, dönemlerinin getirilerini, o zamanların kültürlerini kavramak... Onlar hayatın o şekilde devam edeceğini düşünmüş, sürekli gelişen dünyadan korkmuş, sevseler de sevmeseler de bir şekilde buna ayak uydurmaya çalışmışlardır. Bu yüzden yaşlıların bizler gibi yaşamasını, hayata bizler gibi bakmasını bekleyemeyiz, beklememeliyiz.

Nereden geldim bu konuya demeyin, açıklayacağım. Benim rahmetli babaannem de böyleydi, her buluşmamızda bize eski günleri anlatır, o dönemin kıyafetlerinden, insanların yaptığı şeylerden, görüştükleri kişilerden bahseder, o günleri zamanımızla kıyaslar ve hayıflanırdı. Haklıydı belki de, o zamanlar bunu anlamazdım pek.

Geçtiğimiz ay ben de yaşlılarla biraz vakit geçirdim ve aralarında dolaşırken, konuştuklarını dinlediğimde ne düşündüklerini çok iyi kavradım. Hayır bildiğiniz ‘yaşlılar’ değildi onlar; aralarında Rolls Royce’lar, Bentley’ler, Alvis’ler, Austin Healey’ler, Chevrolet’ler, Buick’ler vardı. En genci 43 yaşında olan katılımcılardı. Tabii yaşlılar olarak adlandırdığım otomobiller 43- 50 yaşında olan değil, bahsettiğim 1921 ve 1941 öncesi kategoriye ait olan otomobiller.

Pekin’den Paris’e kadar yapılan klasik otomobil yarışına katılan bu tarihi otomobil örnekleri bana yaşlılar toplantısını hatırlattı. Hani şu babaannemizin, anneannemizin, dedelerimizin evlerinde yapılan ve arkadaşlarının katıldığı toplantılar olur ya, onlara benziyordu.
Hepsi kendi dönemlerini gururla yaşar, yaşatır, birbirlerine anlatır, 60- 70 yıllık dostluklarından bahseder, çay içer, el yapımı kurabiye yer, ‘ah senin kurabiyelerin eskinde böyle miydi’ gibi serzenişte bulunur, o eski zamanları hatırlatırlar birbirlerine.
Ortam aynen böyleydi, 1928 Ford Model A, 1933 Alvis Speed 20, 1933 Lagonda Tourer, 1927 Bentley Speed Six’in yanında, 1924 Bentley 4.5, 1937 Chevrolet Fangio Coupe, 1918 Buick Roadster görünce böyle düşünüyorsunuz ister istemez. Hepsi otoparkta toplanmış yanyana duruyor, birbirlerine sarılmış gibi duruyor, üzerlerindeki kir, pas, tozla sanki yaşadıklarını anlatıyorlardı.

Babaannemin sözlerini onlar da söylüyordu farklı şekilde: ‘Ah oğlum bugünlerde siyatiklerim ağrıyor çok’ derdi babaannem, ‘biliyor musun Rolls, bugünlerde şanzımanımda bir sorun var’ diye açıklama yapıyordu Bentley’lerden biri. ‘Oğlum eskiden bizim zamanımızda herkes birbirini tanır, birbirine saygı gösterirdi’, ‘yaa, şurada duran ne olduğu belli olmayan otomobil de neyin nesi, eskiden biz böyle miydik, sınıfımız belliydi, herkes birbirini tanırdı.’ Ya da ‘biz eskiden haberleşmek için mektup yazardık birbirimize, el yazımızı tanırdık, öyle telefon melefon yoktu’, ‘eskiden çekiş kontrol sistemi mi vardı, hepimiz gençtik patinaj çekerdik, navigasyon kelimesini bilmezdik.’ ‘Çay böyle mi yapılır, demi tutmamış, eskiden uzun uzun demlerdik çayı’, ‘buranın benzini ne kadar tatsızmış, sanki kurşunu az mı kaçmış ne?’

Evet işte gördüğünüz gibi artık hiç bir şey aynı değil hayatımızda, otomobil dünyasında da böyle. O otoparkta dolaşıp, az sayıda üretilmiş otomobillere dokunurken neler hissetiğimi anlatmam çok zor. Hepsi yorulmuşlardı, yılların geçmişliği, yaşanmışlığı gözlerinden görünüyor, gövdelerinden okunuyordu ama hiçbiri vazgeçmemişti; teknolojiye, gelişen dünyaya karşı ayakta kalabilmişlerdi. Var olma savaşını kazanmışlar, temsil etme dönemine girmişlerdi; otomobillerin güzel, karakter sahibi olduğu, tasarımların elle yapıldığı, rüzgâr tüneli ve güvenlik kaygılarından etkilenmeden serbestçe ele alındığı, orijinallik ve kendine özgü olma kavramlarının ağır bastığı zamanları temsil etme dönemi.

O zamanlar Rolls Royce’un gümüş kaplı heykelciğine, Jaguar’ın kabininin nasıl koktuğuna, Bentley’in analog saatinin tik-tak sesine dikkat ediyormuşsunuz, o dönemler karışık otomobil konseptleri de yokmuş ortada. Sadece sedan, convertible ve az sayıda coupe. Böyle MPV, SUV, crossover, tek kapılı coupe gibi tuhaflıklar, dejenerelikler, ne olduğu belli olmayan otomobiller, kompozit malzemeler, enjeksiyonlar, havayastığı yokmuş... Otomobiller arazi içinse arazi için, hızlı gitmek içinse hızlı gitmek için üretilir, herkes kendi işini en iyi yapmaya çalışırmış. Dolayısıyla kullanıcıların ne alacakları, daha da önemlisi üreticilerin kullanıcılara ne sunacağı belliymiş.

Kimse 29 model bir Rolls Royce’ü sadece 25 bg gücünde bir motoru olduğu için almamazlık yapmıyormuş. Otomobil hayatın saygın bir objesiymiş, mobilyası, eşyasıymış, ihtiyacı ya da mecburiyeti değil.

Yaşlılar toplantısında bunları gördüm, öğrendim, deneyimledim, duydum. Otomobillerin birbirleriyle konuştuklarına şahit oldum, zaman karşısında sahiplerinden başka tutunacak bir şeyleri olmadığına...

Babaannem ne zaman okulunun önünden geçsek bana ‘bak şu pencerede sigara içmeye başlamıştım’ derdi. Bir Bentley de bana yanından geçerken ‘bak şu arkadaki yolda eskiden 150 km/s’ye çıkardım, hey gidi günler hey...’ dedi.

Ah babaanne, ne kadar haklıymışsınız, ancak bu kadar yıl sonra anladım sizi. Meğerse ne kadar güzelmiş, eşsizmiş o yıllar, herkesin birbirini tanıdığı, kavramların birbirine girmediği, dejenere olmayan değerlerin görülebildiği dönemler...

Bizlerin yapması gerekense yaşlılarımıza iyi bakmak. Onlar bugünü oluşturan, yaşatan değerler çünkü...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder